resim1
resim1

İNSANI ŞAŞIRTAN YAZAR: YAŞAR KEMAL

Yaşar Kemal’i bir kez uzaktan görmüştüm, bir kez de kısa bir tanışma olmuştu; o kadar. Aradan yıllar geçmiş, 1987 yılına gelmiştik. Oral Çalışlar hapisteydi, ben yurttaşlıktan atılmıştım. Yunus Nadi ödülü verilecekti. Elimde suça bulaşan gençlerle yapılmış sağlam bir röportaj vardı. Yurda dönebilirim umuduyla hemen ödüle aday oldum. Oral Çalışlar da hapisteki gençlerle yaptığı röportajı benzer duygularla Cumhuriyet’e göndermiş. Jüri üyeleri Yaşar Kemal, Uğur Mumcu, Oktay Akbal, Oktay Ekşi, Oktay Kurtböke. Beklediğimiz gibi ödül bize verildi. Fakat ödül almaya ne Oral gidebildi ne de ben. Kardeşim ile nişanlısı ödülü almaya gittiler. „Verilen parayla düğününüzü yapın“ diye yazdım. İki genç avukat böylece evlenmiş oldular. Röportajlarımız Cumhuriyet’te yayınlandı. Oral zaten tanınıyordu, benim adım da yaygın bir biçimde duyulmuş oldu, ödül bir yıl sonra Oral’ın hapisten çıkmasına 1992’de de benim yurda dönmeme yardım etti. Aynı yıl Kars'a, sonbaharda da TÜYAP kitap fuarına gittim. Yaşar Kemal bir grup yazarla oturuyor, o coşkulu konuşması ve kahkahalarıyla ortalığı çınlatıyordu. Onlara doğru yöneldim, beni ilk gören o oldu ve ayağa kalkıp babacan tavrıyla beni kucakladı: „Sonunda seni de getirdik oğul!“ dedi. Nasıl hatırlamıştı beni? Çok şaşırmıştım. Sen bütün Türkiye’nin büyük belleğisin sevgili Üstât! Seni unutmayacak bu eller, bu obalar… Işık içinde uyu.


YAŞAR KEMAL'İ MASALLAŞTIRAN BİR HALK
1992- yılı mayıs ayında gittim Çıldır'a. Gürcistan'la aramızda küçük bir göl var: AKTAŞ GÖLÜ. Aynı adla bir de köy. Köyde Âşık ŞENLİK geleneğini sürdüren Âşık Hacı'ya konuk oldum. Masallar hikayeler anlatıyordu Âşık Hacı. Masal ağırlıklı bir hikaye de YAŞAR KEMAL hakkında yaratmıştı. Saz eşliğinde çalıp söyledi, çok etkilenmiştim. Derledim masalı, dergilerde yayımladım, sonra da Sihirli Limon adlı kitabıma aldım. Çocuklar da çok sevdi o masalı. İnsanın sağken masallaşması çok ender görülen bir olaydır. Bu YAŞAR KEMAL gibi bir ustaya nasip olmuştur. YAŞAR KEMAL kitaplarıyla halkımızın gönlünde, belleğinde hep yaşayacaktır. Onun hakkında daha ne masallar, destanlar anlatılacak, filmler yapılacak, kitaplar yazılacaktır. Aşağıda yeniden yayınladığım masal da bunun kanıtı değil mi?

İNŞALLAH YAŞAR
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellâl iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, anam düştü beşikten, babam kaçtı eşikten. Az gittiler, uz gittiler, dere tepe düz gittiler, altı ay bir güz gittiler, derelerden yel gibi, tepelerden sel gibi geçtiler... Vara vara bir çarşıya vardılar. Baktılar ki; çarşıda bir kadın geziyor. Peştemalının dört ucu var, ortası yok. Bir tarafında demirciler demir dövüyor denginen, bir tarafında boyacılar boya boyuyor yetmiş iki renginen... Bir tarafı sazlık samanlık, bir tarafı tozluk dumanlık... Gözlerini oğuşturdular, unutulmayacak bir Bey’e rastladılar, Bey’in hikâyesini dönüp bana anlattılar: Masmavi bir gölün kıyısında kayalıklar yükselir, Bey ile karısı kayaların içine oyulmuş görkemli bir sarayda yaşarmış. Bu saray öylesine dik, öylesine sarp bir yerde ki, el yetmez, güç çatmaz. Bey’in koyun sürüleri derin vadileri doldurur, at yılkıları dağdan dağa kanat açarmış, gökteki kuşlara, göldeki balıklara hükmü yetermiş. Gelgelelim bu Bey’in her yıl bir çocuğu dünyaya gelir, uzun yaşamazmış. Yedi yıl dolmadan çocuk ölür, Bey ile karısını yas içinde bırakırmış. Sarayı bir vay, bir hay doldururmuş ki; insan olanın yüreği erirmiş. Bey ile karısının başvurmadıkları hekim, gitmedikleri ziyaret, danışmadıkları bilender kalmamış. Ama gene de doğan çocuk ölür, onları keder içinde bırakır gidermiş. Bir gün ak saçlı, ak sakallı, ak giysiler içinde Korkut Dede derler, bir dede çıkagelmiş. Bey’in bol sofrasına konuk olmuş. Yemiş içmişler, hoş sohbetten sonra Korkut Dede: “Ben sizin derdinizi öğrendim, bir yardımım olabilir mi diye çıkıp geldim,” demiş. Bey ile Karısı çok hoşnut olmuş. İkisi birden Dede’nin dizinin dibine çökmüşler: “Aman, sen hoş geldin, baş göz üste geldin dede.” Korkut Dede, bin bir çiçekten derleyip, minicik bir şişeye süzdüğü, bal renginde bir ilaç çıkarmış: “Bunun nasıl yapıldığını benden başka bilen yok,” demiş, ilacı Bey’e uzatmış. “Al, yarısını sen iç, yarısını karın. Sonra Akçalar köyünün yamacındaki Keloğlan ziyaretine gidin, yedi kurban kesip yedi köyün yoksuluna pay edin. Eeyyy Keloğlan neye geldiğimiz sana ayandır. Bir yavrumuz doğsun, yedi yaşına gelsin, gelip burada yine yedi koç keseceğiz’ deyin. Dönüp evinize gelin...” “Diline sağlık Dede. Ne güzel söylersin. Buyruğun başımız üstüne, buyruğunu yerine getireceğiz,” demişler. “Buyruk değil, yardım etmek istedim. Sizden bir de ricam olacak.” “Buyur Dede?” diye ikisi birden Korkut Dede’nin çenesinin dibine sokulmuşlar. “Ben gelmeden sakın ona bir ad koymayın.” “Tamam. Nasıl istersen öyle yapalım,” diye söz vermişler. “Yeter ki yavrumuz yaşasın, yeter ki bizim de evimizde bir çocuk koşup oynasın.” Karnını doyurduktan, hoş sohbetten sonra, Dede kalkıp gitmiş. İlk kez Bey ile karısının yüzü gülmüş, ‘ahü figan’ etmemişler. İlacı içip ertesi gün yola koyulmuşlar. Varıp Keloğlan’ın huzurunda durmuşlar. Yedi kere ziyaretin çevresinde dolanmış, yedi kurban kesip, yedi köyün yoksuluna dağıtmış, yedi mum yakmışlar: “Eeyyy Keloğlan neye geldiğimiz sana ayandır. Bir yavrumuz olsun, yedi yaşına gelsin, yine burada yedi koç keseceğiz” demiş, yedi taş parçasını alıp Keloğlan ziyaretinin yedi yerine yapıştırıp dönmüşler. Vakit erişip zaman geçmiş, kadının karnına çocuk düşmüş. Ana karnında çocuğa emek vermişler. Onu okşamış, sevmiş, ninniler söylemişler. Bey, çevredeki âşıkları toplamış, karısını orta yere oturtmuş. Âşıklar şarkılar, türküler çağırmış, masallar, destanlar anlatmışlar. Aradan zaman geçmiş, bir çocuk dünyaya gelmiş, herkes çocuğun üstüne titremiş: “İnşallah yaşar, inşallah yaşar...” demişler. Kurban kesmişler, konuklar Bey evine gelmiş. “Adını ne koyalım?” “Susss! İnşallah yaşar,” demiş anası. Kimse ona ad koymaya cesaret edememiş...Gelen, “İnşallah yaşar,” demiş, giden, “İnşallah yaşar.” Çocuğun adı “İnşallah Yaşar” kalmış. Bir yaşında dili açılmış, üç yaşına varanda tüm otların, çiçeklerin, kuşların dilinden anlamış. Çok geçmeden konuklara masal anlatmaya başlamış. Saz çalmış, türküler çağırmış. Herkes parmağını ısırarak: “İnşallah yaşar !” demiş. “Nazar değecek” diye Bey’le karısının ödü kopmuş. Düğünün derneğin, kadının kalabalığın içine çocuğu çıkarmaz olmuşlar. Gece gündüz: “İnşallah yaşar...” Dede’nin yolunu gözlemişler. Korkut Dede ne bir haber yollamış, ne de çıkıp gelebilmiş… Günler gelip geçmiş, İnşallah Yaşar yedi yaşına erişmiş. Bey ile karısı çocuğu almış, tüm obayı toplayıp, bir şenlikle Keloğlan ziyaretine gitmişler. Çevre obalara haber uçurulmuş, herkes toplanıp gelmiş, ocaklar yakılıp, kazanlar kurulmuş. Yedi koçun yünlerine yol yol kınalar yakılmış. Boynuzlarına rengârenk kurdelalar, çanlar takılmış. Sesi yedi köyden, yedi obadan duyulan çanlar. Çoban, koçları önüne katmış. Koçlar, vuruşa vuruşa, oynaşa oynaşa dağdan inmişler. Koçları, Keloğlan ziyaretine getirmişler. İnşallah Yaşar: “Koçları kesmeyin! Koçları kesmeyiiin!” diye bağırmış. Ama kesilmese herkes İnşallah Yaşar’ın yaşamayacağına inanıyormuş. Onu dinleyen kim?.. “Bismillah,” deyip birinci koça bıçağı çekmişler. Kan metrelerce ileri fırlamış. İnşallah Yaşar’ın içi fenalaşmış, yumruklarını sıkmış, bayılacak gibi donup kalmış. İkinci koça sıra gelince: “Kesmeyiiin!” diye yeri göğü inletmiş. Üçüncüye, dördüncüye de çekmişler bıçağı… Derken yedinci koça sıra gelince İnşallah Yaşar var gücüyle koçu kesenlerin üstüne atılmış. Adamları sağa sola itmiş. O anda koç can havliyle yerinden bir fırlamış, boynuzu beklenmedik anda İnşallah Yaşar’ın gözüne saplanmış! Anında kızıl kanlar göğsünden aşağı yürümüş. İnşallah Yaşar’ın dünyası kapkara zindana dönmüş... Bir feryat bir figan, yer gök inim inim inlemiş. Kadınlar ağıtlar, hoyratlar yakmışlar, babası, anası çırpınmış. Nerde var nerde yok, ak saçlı, ak sakallı, ak giysiler içindeki Korkut Dede bulutların arasından süzülüp gelmiş: “Susun, susun! Yeter artık!” diye herkesi azarlamış. Sesler kirp kesilmiş, Dede’ye bakmışlar. “Nedir bu feryat, bu figan! Nedir bu çaresizlik! Bir gözü olmasa ne olur insanın? Kıyamet mi kopar? İnşallah yaşar, inşallah akıllı kemâlli olar. İnşallah yaşar, çıplak dağlarımıza nar, derin vadilerimize ayva, dar dünyamıza bilig yayar...” Herkes birbirine bakışmış, Korkut Dedeye dönmüşler. Dede gözden yitip gitmiş. “Hani ad koyacaktı?” “İnşallah yaşar mı kalacak adı?” İnsanların dileği tutmuş, bu çocuk yaşamaya devam etmiş. Zaman hızla gelip geçmiş. Tek gözüyle tüm evreni daha derinden seyretmiş, bin gözün göremeyeceği kadar renk, göremeyeceği kadar çeşit, bezek, ayrıntı görmüş. Büyüdükçe saz ustası, söz ustası olmuş. Öyle bir söz ustası olmuş ki; dünyanın aklı şaşmış. Anadili, onun dilinde çiçek açmış, gönüllere saçılmış... Anadili, onun dilinde türkü olup dünyaya yayılmış... Anadili, onun dilinde ışık olup insanların gönlüne ferahlık vermiş. Bir gün yine o ak saçlı, ak sakallı Korkut Dede çıkagelmiş: “Heeey delikanlı, heeey güzel insan! Bu dünya ölümlü dünya... Gelimli gidimli dünya... Topla şu güzel sözlerini, kitaplara koy. Öz adını da üstüne özün koy. Kitapların gelecek insanlara da kalsın. Adın bin yıl daha yaşasın...” İnşallah Yaşar, Korkut Dede’ye hak vermiş. Tek gözüyle ilk kitabını nakış nakış işlemiş. Kendine bir ad bulmuş, kitabın üstüne adını yazarak dünyaya salıvermiş... Kitaplar, kitapları izlemiş... Kitaplar kanat açmış, dünyanın dört bir yanına turna katarı gibi uçuuup gitmiş...

İNSANI ŞAŞIRTAN YAZAR: YAŞAR KEMAL

Yaşar Kemal’i bir kez uzaktan görmüştüm, bir kez de kısa bir tanışma olmuştu; o kadar. Aradan yıllar geçmiş, 1987 yılına gelmiştik. Oral Çalışlar hapisteydi, ben yurttaşlıktan atılmıştım. Yunus Nadi ödülü verilecekti. Elimde suça bulaşan gençlerle yapılmış sağlam bir röportaj vardı. Yurda dönebilirim umuduyla hemen ödüle aday oldum. Oral Çalışlar da hapisteki gençlerle yaptığı röportajı benzer duygularla Cumhuriyet’e göndermiş. Jüri üyeleri Yaşar Kemal, Uğur Mumcu, Oktay Akbal, Oktay Ekşi, Oktay Kurtböke. Beklediğimiz gibi ödül bize verildi. Fakat ödül almaya ne Oral gidebildi ne de ben. Röportajlarımız Cumhuriyet’te yayınlandı. Oral zaten tanınıyordu, benim adım da yaygın bir biçimde duyulmuş oldu, ödül bir yıl sonra Oral’ın hapisten çıkmasına 1992’de de benim yurda dönmeme yardım etti. Aynı yıl TÜYAP kitap fuarına gittim. Yaşar Kemal bir grup yazarla oturuyor, o coşkulu konuşması ve kahkahalarıyla ortalığı çınlatıyordu. Onlara doğru yöneldim, beni ilk gören o oldu ve ayağa kalkıp babacan tavrıyla beni kucakladı: „Sonunda seni de getirdik oğul!“ dedi. Nasıl hatırlamıştı beni? Çok şaşırmıştım. Sen bütün Türkiye’nin büyük belleğisin sevgili Üstât! Seni unutmayacak bu eller, bu obalar… Işık içinde uyu.


Burada
burada